“Vekîllerin Emîri” İbrâhîm Uslu Efendi (Sellemehullâh) Hazretleri'nin Hayâtı

“Vekîllerin Emîri” İbrâhîm Uslu Efendi (Sellemehullâh) Hazretleri'nin Hayâtı
İbrâhîm USLU Hocaefendi (Sellemehullâh) Hazretleri, Kayseri’nin Yahyalı ilçesi, Mustafabeyli köyünde, merhûme vâlidesinin ifâdesiyle 1940[1] senesinin bir ilkbaharında karların erimesiyle, derelerin coştuğu, cıvıl cıvıl kuşların bülbüllerin ötüştüğü, güllerin menekşelerin, yaseminlerin râyihasını etrafa saçtığı bir mevsimde dünyâya gelmiştir.
Merhûm babası Emîn Efendi (Rahımehullâh)’ın ve merhûme vâlidesi Âmine Hanım (Rahımehellâh)’ın ihtimâmlı terbiyesi altında yetişen Hocaefendi (Sellemehullâh), Kur’ân-ı ‘azîmu’ş-şân’la ilk konuşmaya başladığı vakitlerde merhûm babası vâsıtasıyla tanışmıştır. Yani ilk “Elif-Bâ Cüzü"nü merhûm babasından öğrenmiştir. İlkokul yıllarında da okul dersleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm tedrîsâtına devâm etmiştir.
1946 senesinde, o günlerde Kur’ân-ı Kerîm bulmak çok zor olup pek öyle serbestlik yoktu, Müslümanlar sıkıntıların çok olduğu bir dönem geçiriyorlardı. Hocaefendi (Sellemehullâh) da Kur’ân-ı Kerîm’e geçtiğinde araştırılmış, soruşturulmuş, zor da olsa bir Kur'ân- ı Kerîm bulunmuştur.
Hattâ Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın ifâdesiyle; “Köyümüzde imâmlık vazîfesini îfâ eden Nasuh ALTAN Hocaefendi bir gün bana; ‘Oğlum! Bu Kur’ân-ı Kerîm’i hiç kimseye gösterme!’ diye, tembîh etti. Çocuk yaşta olmam hasebiyle birileri Kur’ân-ı Kerîm’imi elimden alır, onun için böyle söylüyor Hocam bana diye zannettim, meğer iş daha başkaymış, o zaman çok sıkı bir dönem geçiriyorlar, dînî tedrîsâtlar yasaklanmış vesâire”.
Bu gibi sebeplerden dolayı zorlukla bir Kur’ân-ı Kerîm bulmuşlardı. Okumayı ilerletince hâfızlığa başladı. Hem ilkokula devâm ediyor hem de köyün imâmından Kurân-ı Kerîm’i hıfz ediyordu. Tabî o zamanlar köye kim imâm geldiyse ondan okurlar, biri gidip diğeri gelince kaldıkları yerden devâm ederlerdi. Netîcede hâfızlığını Allâh’ın izniyle tamamlamıştı. Bu arada ilkokulu da hiç kalmadan pekiyi derece ile bitirdi.
Hocaefendi (Sellemehullâh), hâfızlığını bitirdikten sonra medreselere gideyim, ilmî yönden ilerleyeyim istiyordu ama babası: “Oğlum! Ben fakîrim, seni okutamam.” diyordu. O zamanlar genel bir fakîrlik vardı, hele köy yerlerinde daha fazlaydı. Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın üç dört senesi de bu yüzden merhûm babasının yanında zirâat işlerinde tarla, ekin, çift sürme işlerinde yardım ederek geçti ama içindeki ilim aşkı artarak devâm ediyordu.
Gönenli Mehmed Efendi (Rahımehullâh) ile Tanışması
Hocaefendi (Sellemehullâh) bu yıllarda, Gönenli Mehmed Efendi (Rahımehullâh)’ı, onun ilim ehline sâhib çıkışını ve sâir husûslardaki nâmını duymuştu, dolayısıyla gidip onun yanında okumak istiyordu. 1954 senesinde Kayseri’den yola çıkarak İstanbul’a Gönenli Mehmed Efendi (Rahımehullâh) ile görüşmeye geldi ama Gönenli Mehmed Efendi (Rahımehullâh) o sırada hacca gitmişti, bunun üzerine Hocaefendi (Sellemehullâh) Kayseri’ye geri döndü.
Hocaefendi (Sellemehullâh) 1954 senesinin sonlarına doğru Kasım, Aralık aylarında tekrâr İstanbul’a gitmiş, Gönenli Mehmed Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) de hacdan dönmüştü. Fatih’te Çırçır Hasan Câmii’nde talebeleri vardı. Yapılan görüşmeden sonra Hocaefendi (Sellemehullâh)’ı talebeliğe kabûl etti.
Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın hâfızlık merâsimi, o sıralar Gönenli Mehmed Efendi (Rahmetullâhi Aleyh)’in imâmlık yaptığı Sultanahmet Câmii'nde tertîb edilmiş, daha sonra ulûm-u şer’ıyyede tahsîlini biraz ilerlettikten sonra 1954 senesinden 1957 senesine kadar Trablusgarp cephesinden gelmiş Arap asıllı emekli Topçu Binbaşı Tevfik UYSALER’den Mükâleme, Mısır usûlü Sarf-Nahiv ve Tefsîr dersleri, son devir kıraat âlimlerinden “Kesikbacak” lakabıyla tanınan İsmail BAYRI (Rahmetullâhi Aleyh) Hocaefendi’den ta’lîm dersleri, Mahmûd Efendi Hazretleri’mizden Kâdî Beyzâvî, Mültekâ (bu kitâb hakkında Mahmûd Efendi Hazretleri’miz: “Mültekâ ezberlenmeli” buyurmuşlardı), Mahmûd Efendi Hazretleri’mizin kardeşi İsmâ’îl Hoca’mızdan da Emsile, Binâ, Avâmil, İzhâr okuyarak yoğun bir şekilde ilim tahsîline devâm etmiş, bir müddet sonra da Bağdat’ta okuyanları duyunca daha fazla ilim tahsîl etmek için Bağdat’a gitmek istemiştir.
Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile Tanışması
Hocaefendi (Sellemehullâh) ilim tahsîli için Bağdat’a gitme düşüncelerinde iken etrâfından da Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizin ne kadar derin ilimli mübârek bir zât olduğunu, Şerî’ata bağlılığını, İslâmî yaşantısını ve sünnete riâyetini duyuyor ve tanışmak istiyordu. ‘Âh ne olur şu Hocaefendi’nin talebesi olsaydım’ diye zamân zamân içinden geçirdiği de oluyordu.
Derken bir akşam Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizi görmek kendisine nasîb oldu ve orada ilk görüşte Efendi Hazretleri’mize derin bir muhabbet duydu.
Kendi ifâdesiyle: “Hocaefendi’yi görür görmez içime öyle bir ateş düştü ki, o anda ona meftûn oldum. O tatlı, Dâvûdî sesiyle namazı kıldırdıktan sonra birkaç âyet-i kerîme okudular ve kısa bir tefsîrini yaptılar. O simsiyah sakalıyla, hele hele o melek sîmâsıyla, o tatlı ve etkileyici anlatımıyla onu görünce ben mest oldum, âdetâ eridim bittim. ‘Âh ne olur şu Hocaefendi’nin talebesi olsaydım’ diye geçirdim içimden. Sevgisi, muhabbeti o gün içime düştü.”
Hocaefendi (Sellemehullâh) ilk ziyâretin üzerinden çok geçmeden ikinci kez ziyâret eder Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimizi ve: “Efendim! Beni talebeliğe kabûl eder misiniz?” der. Efendi Hazretleri’miz de kendisini kabûl buyurduklarını söyler. Böylece 1957 senesinde Efendi Hazretleri’mizden Arapça okumaya başlar.
Yine kendi ifâdesiyle: “Baktım ki, ilk görüşte kendisine meftûn olduğum, ‘Âh ne olur şu Hocaefendi’nin talebesi olsaydım’ diye iç geçirdiğim zât, Melek sîmâlı, nûr gibi parlıyor, yani bakmaya doyamazsın. Şimdiki gibi içi dışı, her tarafı nûr Elhamdülillâh. İşte o anda gönlümden Bağdat'a gitme sevgisi tamâmen silindi.”
İlim Tahsîli Esmâsında Çektiği Sıkıntılardan Birisi
Hocaefendi (Sellemehullâh) ve birkaç arkadaşı ile şimdiki Fatih İmam-Hatib okulunun şantiyesinde bir su deposunun üzerinde tahtadan yapılmış bir barakada kalıyorlar. Bir gece kalkıp bakarlar ki başlarının üzerine dört parmak kar yağmış, dışarı çıkıp bakınca anlamışlar ki kaldıkları barakanın çatısının bir bölümü karın ağırlığından dolayı çökmüş ve kar bu yüzden üzerlerine inmiş.
Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri ile Tanışması
Hocaefendi (Sellemehullâh), Efendi Hazretleri’mizin yanında kemâl tahsîli için çalışırken, Efendi Hazretleri’miz -hayâtı boyunca yaptığı gibi- hep “Efendi Baba” diye bir zâttan bahsederlermiş, Hocaefendi (Sellemehullâh) da ‘Kimdir bu zât’ diye merâk etmiş.
Hocaefendi (Sellemehullâh) bir gün Efendi Hazretleri’mizle birlikte edâ ettiği bir vakit namazının akabinde câmiden çıkarken Efendi Hazretleri’mize: “Efendim! Beni de halakanıza alır mısınız?” diye sorar.
Efendi Hazretleri’miz de kendisine istihâre yapmasını söyler. Hocaefendi (Sellemehullâh) bir cuma gecesi istihâre yapar, istihârenin sonucunu da cuma sabahı anlatır. Efendi Hazretleri’miz de: “Bizi ta’kîb et” buyurur. Hocaefendi (Sellemehullâh) da ta’kîb eder. Gide gide Tekke Câmii’nin arka kapısından içeri girerler. Girdikleri yer; Büyük Şeyh Efendi Mustafâ ‘Ismet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin tekkesidir.
Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın ifâdesiyle o an: “İçeri girerken kendimi sanki Cennet-i Â’lâ’nın kapısından içeri giriyormuş gibi hissettim” şeklinde ta’rîfini bulur.
Daha sonra merdivenleri çıkarlar ve odadan içeri girerler, bir de ne görsün; bembeyaz sakallı, bembeyaz elbiseli, her tarafından nûr fışkıran bir zât. Hocaefendi (Sellemehullâh) o anda Peygamber Efendimiz Sallellâhu Aleyhi ve Sellem’i görmüş gibi olur. Meğer o zât; Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri imiş.
O yıllar Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin yaşının bir hayli ilerlediği yıllar olup kendisi ile mülâkî olmanın birçok yönden sınırlı olduğu zamânlardır. Mülâkât esnâsında Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû), Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın nakliyle kendisine ilk olarak: “Evlâdım! Ha bu ayaklar Mekke, Medîne, Şâm, Haleb, Şirâz, daha pek çok yer gezdi dolaştı ama bu kapı gibisini bulamadı” buyurmuşlar, Hocaefendi (Sellemehullâh) da: “Sen tâ Kayseri dağlarından gel, böyle bir zâtı bul, bu ne büyük şeref!” diyerek Rabbine şükretmiştir. Akabinde Tekke’nin selâmlık kısmında dersi ta’lîm edilmiş ve Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri, bizzât kendisi Hocaefendi (Sellemehullâh)’a teveccühde bulunmuştur.
Hocaefendi (Sellemehullâh), Efendi Hazretleri’mizin rahle-i tedrîsinde tahsîline devâm ederken 36 senedir kapalı olan ‘Ismet Baba Tekkesi, merhûm Adnan MENDERES Beyefendi’nin emriyle tekrâr açılmıştır. Hocaefendi (Sellemehullâh) bu husûsta: “İlk kazmayı vurmayı Rabbim bize lutfetti” demiştir. Böylece Tekke’nin ta’mîrâtı başlamıştır. Hocaefendi (Sellemehullâh) ve arkadaşları da bizzât Tekke’nin ta’mîrâtında hizmet etmişlerdir.
Hocaefendi (Sellemehullâh) o günlere dâir bir hâtırasını şöyle naklediyor: “Hiç unutmam, bir gün ikindiden sonra bir kamyon kum gelmişti. O kumu içeri taşıyıp bitirdik ki Mahmûd Efendi Hazretleri teşrîf ettiler. Efendi Hazretleri çok yoğundu, bizim derslerimizle meşgul oluyor, ihvânla meşgul oluyor, bu arada birçok yerde vaazları sohbetleri var. Ama Efendi Baba’nın emri üzere günde üç defa; sabah, öğle, akşam Efendi Babamızı ziyâret ediyor. Yine ziyâret için gelmişlerdi. “Bizde gelelim mi?” diye ricâ ettik, “Gelin!” buyurdu. Efendi Hazretleri önde, biz arkasından çıktık. En arkada ben varım ve içlerinde en küçükleri benim. Herkes Efendi Baba’nın elini öpüyor ve sıradan oturuyorlar. En son ben elini öptüm ki, beni sakalımdan tuttu ve dedi ki:
- Bu beni rüyâsında gördü. Nasıl gördün doğru söyle!
Aynen böyle dedi. Allâh Allâh hiç kimseye bir şey söylemedim, bir karıncaya bile...
Sadece ben biliyorum bu rüyâyı. Ayrıca, “Nasıl gördün doğru söyle” ifâdesi var. Ben de aklımda kaldığı kadar ilâvesiz, noktasıyla virgülüyle anlattım. O zaman Efendi Babamla yazıyla görüşülüyor. Ben anlattım, Efendi Hazretleri yazdı, Efendi Babamız bakıp okudu ve “Doğru, doğru!” buyurdular. Rahatladım.”
Rüyânın mâhiyetine gelince; Hocaefendi (Sellemehullâh) rüyâsında Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’ni sakalı traş edilmiş olarak görür. Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri: “Bu rüyâ görenle de görülenle de alâkalıdır. Görenin sünnetinde noksanlığına, görülenin de ehlinden ayrılacağına (yani vefât edeceğine) işârettir.” buyurur.
Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri’nin bu te’vîli aynen zuhûr eder. Sakala karşı olan bir berber, Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın sakalını tıraş ederken kuşa benzetir. Sünnet böylece noksan kalmış olur. Alî Hayder Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretleri de bu hâdiseden bir sene kadar sonra vefât eder.
Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın Denizli'ye Gelişi
Hocaefendi (Sellemehullâh), 1960 senesi gerçekleşen ihtilâlin arkasından askere gider. Tabî askerdeyken de Efendi Hazretleri’mizle mektuplaşırlar, Efendi Hazretleri’miz el yazısıyla tam altmış altı mektûp yazar Hocaefendi (Sellemehullâh)’a, bir mektûbunda da: “Asker dönüşü seni Bandırma’ya imâm yapacağım” buyurur.
Hocaefendi (Sellemehullâh) askerlik vazîfesini tamamladıktan sonra Efendi Hazretler’imiz kendisini Bandırma’ya gönderir, 1962 senesinde Bandırma Vâlide Câmii’nde fahrî imâm olarak ilk vazîfeye başlar. Vâlide Câmii’nde fahrî imâmlık yaparken Ankara’dan kendisine kadro verilir ve 1964 senesinde resmî imâm olarak kadroya geçer. 1968 senesine kadar Bandırma’da görevine devâm eder.Tabî bu arada Efendi Hazretleri’miz sık sık Bandırma’ya gelir, bazen de Hocaefendi (Sellemehullâh) gider İstanbul'a, yani sık sık görüşürler.
Daha sonra merhûm babasının isteği üzerine Kayseri Yeşilhisar Güney Câmii’ne geçer. Bir sene kadar da orada görev yapar.
Daha sonra bir kadrosu boş olan Denizli Yeni Câmi için imâmlık imtihânı açılır, Hocaefendi (Sellemehullâh) da imtihâna girer ve kazanır. 1969 senesinde Denizli Yeni Câmi’de göreve başlar ve 1971 senesine kadar Yeni Câmi’de görev yapar.
Daha sonra Üçgen’deki Yeşil Câmi’ye geçip orada görevine devâm eder, burada da hem sohbet eder hem de ihvânın derdiyle ilgilenir.
Tabî Denizli’de ihvânın sayısı da artmaya başlar, Yeşil Câmi’de artık Efendi Hazretleri’mizin bir vekîli olarak İbrâhîm Hocaefendi (Sellemehullâh) vardı, çarşamba günleri sohbetler eder, hatm-i şerîfler yapılır ve ihvân feyizlenirdi. Bunu çekemeyen bazı kişiler, Hocaefendi (Sellemehullâh)’ı şikâyet ederler, bunun üzerine beş gün gözetim altında kalır ve bu beş gün çok ama çok sıkıntılı geçer, daha sonra 1. Ağır cezâ mahkemesinde hâkim karşısına çıkar ve mahkeme tutuklama kararı verir, otuz beş gün hapis yattıktan sonra ilk celsede berâet eder.
Hocaefendi (Sellemehullâh) bazı kere sohbetlerinde o sıkıntılı günlere işâret ederek: “O hapiste kaldığım süredeki kılmış olduğum namazın tadını Ka’be’de dahî alamıyorum, çünkü orada zorluk altında yapıyorduk ibâdetlerimizi” derdi.
Hocaefendi (Sellemehullâh) daha sonra Asr-î mezarlık Câmii’nde görev yapar, ardından da emekli olacağı Sahâbiye Câmii’nin görevine geçer. Pek tabîdir ki bu süreç içerisinde ileride müftü, imâm, müezzin; vâlî, kaymakâm olacak kimseler ve daha nice dînimize, milletimize ve vatanımıza faydalı insanlar yetiştirmiştir.
Hocaefendi (Sellemehullâh) Hazretleri’nin Kendi Ağzından Efendi Hazretleri’mizle Olan Birkaç Hâtırası
* Mahmûd Efendi Hazretleri ile defalarca Hac, Umre ziyâretlerimiz oldu. Bir keresinde Medîne-i Münevvere'de ikindi namazı için Efendi Hazretleri’yle birlikte Ravza-i Mutahhara’ya girerken bana döndü: “İbrâhîm! Sûriye meşâyıhı bizimle görüşmek istiyor, siz de bizimle olsanız.” buyurdu. “Efendim emriniz olur.” dedim. Namazdan sonra bizi otelden bir doktor aldı, başka semtteki bir eve götürdü. Sûriye meşâyıhı hep toplanmışlar, Arapça konuşuyorlar. Derken, Efendi Hazretleri’nin konuşmasını istediler. Orada şunu anlattı:
- Bir iki sene önce Şâm- Şerîf ziyâreti yaptık, sonra Humus'a geldik. Orada Hâlid ibnü’l-Velîd Hazretleri’ni ziyâret ettik. Yasîn-i Şerîf okuduk, duâlar ettik. Hâlid ibnü’l-Velîd zuhûrâtta: “Ey Müslümanlar! İslâm'ın, Kur'ân'ın düşmanı olan kâfirler teknolojik olarak, silâh bakımından çok ileride olduğu için topla, tüfekle onları yenemezsiniz! Ya nasıl yenersiniz? Allâh'ın Kitâbını ve Rasûlüllâh’ın Sünnet-i Seniyyesini yaşamakla yenersiniz” buyurdu.
Bunun üzerine o mecliste hâzır bulunan bir zât Efendi Hazretleri’nin sırtını sıvazlayarak: “Doğru, doğru. Şeyh Mahmûd Efendi vallâhi Rasûlüllâh’a çok yakındır, biz de şefâ’atini talep ederiz.” şeklinde medhiyede bulundular.
* Bir başka hâtıram; 1975 senesinde Hacca gidecektim. Yurt dışı izinleri o zaman Diyanetten alınıyordu. İzin belgemi almaya gitmiştim, baktım kendi izin belgemle beraber Efendi Hazretleri’nin, merhûm Hasbi Efendi’nin ve bâzılarının izin belgelerini de gördüm. Yani onlara da hep hac çıkmış.
Onları alıp önce Kayseri'ye gittim. Müftü Efendi’nin ve diğer bazı kimselerin kağıtlarını verdim, sonra İstanbul'a döndüm. Efendi Hazretleri’nin arkasında sabah namazını kıldım, namazdan sonra da belgesini takdîm edince merhûm Hasbi Efendi’ye: “İbrâhîm Efendi Kayserilidir, gözü açıktır, işleri becerir” buyurdu, çok memnûn oldu ve bana: “İbrâhîm Efendi, Kayseri'ye çoktandır gidemedik, bir gitsek” dedi. Fakîr de: “Efendim! Ben şimdi oradan geliyorum, size selâm getirdim ama nasıl emrederseniz öyle olsun.” dedim.
Böylece yola çıktık. Efendi Hazretleri, Şâkir Hoca, Hasan Çelik, arabanın sâhibi Osman Efendi, bir de fakîr, beş kişiyiz. Neyse Kayseri’ye vardık, ziyâretlerimizi yaptık ve tekrâr İstanbul'a dönüyoruz. Ben arabanın arkasında ortada oturuyorum, Efendi Hazretleri sağımda, Osman Efendi de solumda.
Efendi Hazretleri’nin çantasında (Mültekâ şerhi) “Dâmât” (isimli meşhûr fıkıh) kitabı vardı. Kitabı alıp açtım, hac ile alakalı fıkıh mevzûlarını şöyle müzâkere ediyorum. Bu arada direksiyonda Hasan Çelik var. Zaman zaman gözüm ibreye gidiyor, ibre 100-120 gösteriyor. Kendimce: “Bu hız fazla” diyorum ama Efendi Hazretleri'nin de pazar sohbetine yetişmesi lâzım, onun için bir şey diyemiyorum.
Netîcede arabanın şöyle bir sallandığını biliyorum, o kadar. Meğer arabanın arka sağ lastiği patlıyor, araba sola yatıyor ve bir müddet süründükten sonra dört takla atıyor. Araba yuvarlanınca biz hepimiz bir tarafa saçılıp, dağılmışız. Koltuk moltuk dağılmış, arabanın kaportası boşanıp kopmuş, Efendi Hazretleri kaportanın içinde öyle oturuyor. Yanına geldim: “Geçmiş olsun” dedim.
Sağ omuzu biraz incinmiş, gözlerinin içine biraz kumlar dolmuştu, onları ayıkladım. Allah korudu hepimizi, hamdolsun, hiçbirimize öyle ağır bir şey olmadı. İşte böyle bir kaza geçirdik. Yine de o sene Efendi Hazretleri’yle berâber hacca gittik.
Arabada bulunanlardan Şâkir Hoca (Rahımehullâh) da bu hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
“1976’da Efendi Hazretleri ile berâber Kayseri’ye gitmiştik. Denizlili İbrahim Efendi vardı, Hasan Çelik vardı. Bir kaza geçirmiştik, Efendi Hazretleri’nin kaburga kemiği kırılmıştı.
Orada Efendi Hazretleri çok sordu bize ‘Bir şey oldu mu size?’ diye. Her birimiz bir tarafa dağılmıştık, lastik patlamıştı.
Lastik patlayıp da büyük bir gürültü kopunca Efendi Hazretleri: ‘Ne oldu?’ diye sordu. Biz: ‘Efendim lastik patladı.’ dedik. Bir takla attık, derken bir takla daha attık. Sonra ben kendim uçtuğumu hissettim, o ara gözümü kapattım.
Tabi o arada yere vurmuşum, tırnaklarım neredeyse yarıya kadar kalkmıştı, bir de dirseklerim ve diz kapaklarımda büyük bir soyulma vardı, başka kırık-çıkık felan bir şey yoktu ama çok acı hissediyordum tabî.
Efendi Hazretleri’nin o kadar gözüne gözlük camı kaçtığı ve köprücük kemiği kırıldığı halde hepimizi tek tek soruyordu; Hasan Çelik’i, Osman Türkyılmaz’ı, İbrahim Efendi’yi ve beni tek tek soruyordu.
Efendi Hazretleri bana ‘Nasılsın?’ deyince ben: ‘Elhamdülillah.’ dedim. Akabinde Efendi Hazretleri: ‘Bir şeyin var mı?’ deyince ben: ‘Efendi Hazretleri görünürde bir şey yok.’ dedim.
Hasan Çelik maşâallâh sapasağlamdı, o direksiyondaydı mübârek. Hepimizde bir şey vardı tabî. En çok İbrâhîm Efendi’de vardı, kafasından devamlı kan akıyordu. Osman Türkyılmaz, Hasan Çelik´in bacanağıdır, onun da eli delinmişti, çok kan kaybediyordu.
Hasan Çelik hemen yoldan bir araba durdurdu. Önce Efendi Hazretleri ile Osman Türkyılmaz’ı yolladı zannedersem. Neyse sağlık ocağında buluştuk sonra hep beraber. Hepimize baktılar, ilk muayeneyi yaptılar.
Efendi Hazretleri: ‘Kimseye haber verilmesin.’ buyurdu. Çünkü bizim millet dökülecek Ankara’ya sonra. Bizim için değil de Efendi Hazretleri orada olduğu için yani. Bunun üzerine kimseye haber verilmedi, fakat sağlık ocağında yatma yeri de yoktu. Hep dışarıdaki koltuklarda yattık. İlk önce Efendi Hazretleri’ni güzelce aldılar orada muayeneye, kaburga kemiklerinden birisinin kırıldığı görülünce biz çok telaşlandık ama neyse ki çok ağır bir ağrısı-sızısı yoktu Efendi Hazretleri’nin.
Sonra sırayla benim ve diğer arkadaşların tedâvîsi gerçekleşti. Efendi Hazretleri o haldeyken bile bizi düşünüyordu, durumumuzu soruyordu.
Ellerimize kollarımıza batan taşları ve camları baya temizlediler bizden. Gece orada kaldık.
Cübbeli Ahmet Hoca da bu hâdiseyi ve sonrasını şöyle anlatmıştır:
“Ben o sene on yaşındaydım, tabî namazlarımı İsmailağa Câmii’nde kılıyordum, ihvân, Mahmûd Efendi Hazretleri’mizin kazâ geçirdiğinden bahsediyorlardı, herkes Efendi Hazretleri’nin dönmesini bekliyordu hattâ gece birçok ihvân evlerine gitmedi, ben de gitmedim, gece yarısına yakın Efendi Hazretleri’mizi getirdiler.
Efendi Hazretleri’miz sefere çıktığında yanında mutlakâ İmâm Nesefî’nin “el-Medârik” isimli tefsîrini, Hâfız Münzirî’nin “et-Terğîb ve’t-Terhîb”’ini ve “Mektûbât-ı Şerîfe”’yi götürürdü, o kazâda “Nesefî Tefsîri”’nin bir cildi zarâr görmüştü, sonra o sayfa yapıştırılarak düzeltilmişti, daha sonra ben Efendi Hazretleri’mizin kitaplarını kendisine okurken hep o yapıştırılan sayfayı gördüğümde o kazâ aklıma gelirdi.
Burada zikredilenlerden Hasan Çelik ağabeyimizin dışındaki iki ihvân kardeşimiz vefât etti, Allâh-u Te‘âlâ kendilerine rahmet eylesin, Efendi Hazretleri’mize komşu eylesin. Âmîn.”
* Bir de şunu arz edeyim. Efendi Hazretleri’yle beraber emr-i bi’l-ma’rûf yolculuğuna gitmeyi çok arzu ediyordum. Bir zaman sonra Karadeniz seferine çıkacaklarını haber aldım ve Efendi Hazretleri’ne telefon ettim:
- “Efendim! Böyle böyle duydum, izniniz olursa gelmek istiyorum”.
- “İstihâre et” buyurdular.
Hemen abdest alıp şöyle bir yaslandım. “And olsun ki; elbette o, Rabbinin en büyük âyetlerinden önemli bir kısmını gördü” (en-Necm Sûresi: 18) âyet-i kerîmesi zuhûr etti. Hemen kalktım, telefonla Efendi Hazretleri’ne bildirdim. O zaman rahmetli Hacı Bilal Efendi, Efendi Hazretleri’nin yanındaymış, “İbrâhîm Efendi’yi liste başı yapıyorum” demiş.
15-20 kişilik bir cemaatle yola çıktık. Ankara, Çorum, böylece devâm ediyoruz. Çorum'da bize tereyağ ikrâm ettiler. Yağ biraz ılımış, erimiş diye Bilal Efendi bunu döktü yani bize yedirmedi.
Biz Çorum'dan sonra Merzifon, Amasya, böylece tebliğ dâvet yaparak Samsun/Lâdik'e geldik. İkindi namazını kıldık. Efendi Hazretleri bana; “Biraz konuş” dedi, konuştum. Dışarı çıkınca Hacı Bilal: “Hiç sesin çıkmadı” dedi. Ben de: “Sen tereyağını dökersen ses çıkar mı?” diye latîfe ettim.
Nihâyet Samsun'a geldik. Orada yemek yerken Hacı Bilal Efendi kaşık kaşık yemeği ağzıma veriyor. Ondan sonra Çarşamba, Perşembe, Ordu, Giresun, nihâyet Terme'de ikindi namazına kavuştuk. Tabî cemâat kalabalık, dışarıya taşmış. Efendi Hazretleri’yle yan yana namaza kavuştuk. Namaz bitince Efendi Hazretleri bana mihrâba geçmemi söyledi. Kalktım cemâati yara yara ilerleyip imâmın yanına oturdum. İmâm efendi elini yüzüne sürdü, bir kısa aşr-ı şerîften sonra başladık Efendi Hazretleri’nden aldıklarımızı satmaya. Sözü Sünnet-i seniyye’nin ehemmiyetine getirdik ve orada Efendi Hazretleri’nin himmetiyle on beş kişi sakal-ı şerîf duâsı yaptırdı. Dışarı çıkınca Hacı Bilal: “Hah işte, vaaz böyle olacak” dedi. Ben de: “Boğazımızı yağladığın için ses de gür çıktı” dedim.
Yirmi gün kadar sonra geri dönüyoruz, Adapazarı'na geldik. Hacı Bilal Efendi telefon etmiş, yemekler hazırlatmış. Yedikten sonra yatsıyı kıldık. Efendi Hazretleri gitmek istedi ama Hacı Bilal: “Çok yorgunsunuz, bu saatte göndermem” dedi. Neyse yataklar serilmiş, istirahata geçilecek, baktım Efendi Hazretleri ellerini kollarını sıvıyor, abdest alacak. Hemen abdest önlüğünü hazırlamaya kalktım. Efendi Hazretleri adetâ içimden geçenleri okuyup bana şöyle dedi: “İbrâhîm şimdi der ki; ‘Efendim! Yeni abdest aldınız, abdestiniz var.’ İbrâhîm Efendi! Yatmak için abdest almak da müstakil bir sünnettir.” buyurup bu konudaki titizliğini, hassâsiyetini ifade ettiler.
Hocaefendi (Sellemehullâh) Hazretleri’nin Ma’nevî Halleri ve Kıymetli Kelâmlarından Bâzıları
* Son altı aylık süreç içerisinde Hocaefendi (Sellemehullâh)’a bizzât Efendi Hazretleri’miz, Alî Hayder Efendi Hazretleri ve daha birçok meşâyıh tarafından ma’nevî âlemde sürekli olarak bu görevin kendisine verildiği işâret buyrulmuş, en son hastahane sürecinde sekiz dakîka öbür âleme gitmiş gelmiş ve kendisine geldiğinde dilinden şu kelimeler dökülmüştür: “Biz geri gelmeyecektik! Bizi hizmet için geri gönderdiler!"
* Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın usûlü; Hiçbir hoca ve kurum hakkında zerre kadar olumsuz bir şey demezler, dâimâ kucaklayıcı tavrı ile şu kelâmı buyururlar: “Bütün ihvân kalbimdedir!”
* Vekillerin Emîri olması için yapılan mürâcaat meclisinde yaptığı konuşmasında da: “Bu kervân yürüyecek, bu kervân yürüyecek, bu kervân yürüyecek” buyurdular.
Nitekim Cübbeli Ahmet Hoca ile gelen cemaate: “Ben buna ehil değilim” diye ısrâr etmiş ama sonra istihâre için Mushaf-ı Şerîf’ten tefâül yaptığında;
﴿قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْ
وَإِنْ تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ﴾ [سورة النور: 54]
(Habîbim!) De ki: “(Hem kalplerinizle hem de dillerinizle) Allâh’a da itâat edin, o Rasûl’e de itâat edin. Ama yüz çevirirseniz (ona değil, kendinize zarar verirsiniz, zîrâ tebliğ göreviyle ilgili) ona yüklenmiş olan şey sâdece ve ancak onun üzerindedir, (emirlerine uymanız husûsunda) size yüklenmiş olan şey de özellikle sizin üzerinizde (bir görev olarak bâkî)dir. Ama (tüm emirlerinde) ona itâat ederseniz, (hakka) hidâyet bulursunuz. Zâten o Rasûl’ün üzerine (yüklenen bir mesûliyet olarak) çok açık olan o tebliğden /(hükümleri) açıklayıcı duyurudan/ başka bir şey yoktur. (en-Nûr Sûresi, 54) âyet-i kerîmesi çıkınca kabûl etmiştir.
* Yaklaşık iki sene önce vukû bulan bir zuhûrâtta Hocaefendi (Sellemehullâh)’a şu kelâm buyruldu:
“Bölünme, parçalanma, yutarlar seni,
Cehennemde bir müddet tutarlar seni.”
* Hocaefendi (Sellemehullâh)’a 12 Eylül döneminde işkence eden, vücûduna elektrik veren, sakallarını kesip kot pantolon giydiren işkenceci başkomiserin daha sonra Hocaefendi (Sellemehullâh)’a talebe olması kendisinin ne kadar Muhammediyyü’l-meşreb bir zât olduğuna, kendisini öldürmeye gelenlerin kendisinde hayât bulduğuna en bâriz mîsâllerden birisidir.
* Talebeleri, sevenleri ve tanıyanlarının, Hocaefendi (Sellemehullâh)’ın sabrına, ilmine, takvâsına ve yüzünün nûruna hep hayran kalmaları da Efendi Baba ve Efendi Hazretleri’mizin şahıslarında Silsile-i ‘aliyye meşâyıhımıza ittibâ’ının hayâtına yansımasının bir tezâhürüdür.
* Şeyh Şâmil gibi cesûr, Âk Şemsüddîn gibi keskin zekâlı, Yûnus Emre gibi Hakk âşığı olan Hocaefendi (Sellemehullâh) bugüne kadar hep fitne Ağrı Dağı gibi etrâfını sarsa bile kimseyi Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimize şikâyet etmeden her müşkili kendi çözmüş, kimseye küsmemiş, kimseyi kovmamıştır. Hep tevâzu üzere olup dâimâ sünneti yaşamış, farzları ve sünnetleri gözü gibi korumuştur. Çok temiz giyinmiş, edep ve vakâr üzere yürümüş, herkese selâm vermiştir.
* Hıtâm-ı Misk olmak üzere;
Mahmûd Efendi (Kuddise Sirruhû) Hazretlerimiz, Hocaefendi (Sellemehullâh) hakkında: “İbrâhîm Hoca'nın bana ihtiyâcı yoktur, o velî oldu” buyurmuştur. Ama o yine kendisini hep mürşidinine muhtâc bilmiş, ondan hiç ayrılmamış ve birileri bugün mürşidlerine hıyânet ederek râbıtasını bozdururken, kendilerini silsileye koydururken ve kifâyetsiz muhterisler gibi kendilerine râbıta dahî yaptırırken Hocaefendi (Sellemehullâh) Hazretleri, râbıtanın Hazreti Mehdî (Aleyhi’r-rıdvân)’a kadar Biricik Şeyhimiz Mahmûd Efendi Hazretleri’mize devâm edeceğini îlân etmiştir.
Allâh-u Te’âlâ, Hocaefendi (Sellemehullâh)’a hayırlı uzun ömür nasîb eylesin, hizmetlerini dâim, vazîfesini kâim eylesin. Onu yetiştiren Efendi Hazretleri’mize, Efendi Baba’mıza ve silsile-i aliyyedeki sâir meşâyıhımıza fevka’t-tecellîler ve nihâyetsiz makâmlar ihsân eylesin. Âmîn.
[1] Hocaefendi (Sellemehullâh), nüfûsa üç sene geç yazılmış olup asıl vilâdet senesi 1937/1356’dır.